Savaşın olduğu bir dünyada sanatın anlamı üzerine düşünmeye
ihtiyaç duyuyoruz. Peki, bir yönetmen olsaydınız nasıl bir film yaparak yok
oluşu anlatırdınız?
J. Luc Godard’ın iki dakikalık filmi, ışık ve çizgilerle,
hareketsiz görüntüyle yani bir nevi film olmayanla bunu gösteriyor. Nesneler,
yüzeyler ve ışıklar değişir fakat kalıcı olan şeyler sonsuza dek birbiri
ardında iz sürer.
Cep telefonlarıyla bile fotoğraf çekildiğini düşünecek olursak
ve herkesin öz çekim yaptığı bir dünyada yaşadığımızı… Bundan daha ironik bir
film düşünülemezdi. Bu, kirlenen dil için de geçerlidir. Bir şair yine aynı
sorunsal ile (mesela herkes şiir yazıyor) duruma el koyarak, susabilir ve neye
karşı sustuğunu iki kelimeyle gösterirken, sustuğunda bütün dünya onunla
birlikte susar. Dünyanın en iyi şiiri olmasa da, en temiz dili susmaktır
böylelikle…
Sanat ile savaşı birbirinden ayıran bu film şuna dikkat çekiyor.
Sanat kitlesel bir hareket değildir. Savaşın tam tersine ve sanat, kitlesel bir
hareket olmamasına karşın, kitleleri değiştirir, ayakta tutar.
Eric Hoffer’a göre; “Geri kalmış ülkelerde, Batı uygarlığı ile
olan temaslar sonucunda ortaya çıkan hoşnutsuzluk, esas itibariyle hâkim
durumda olan yabancıların uyguladıkları sömürüye yöneltilmiş bir hoşnutsuzluk
değildir. Bu hoşnutsuzluk daha çok kabileler içindeki dayanışmanın ve yerel
toplum hayatı düzeninin sarsılması ve zayıflamasının bir sonucudur.
Geri kalmış ülkelerin halklarına, Batının vermek istediği “kendi
kendini yükseltme ideali”, beraberinde kişisel hayal kırıklığı felaketini
getirmektedir. Batının getirdiği yararların hiçbiri, yerel toplum hayatının
sağladığı gizli kişiliğin (anonimite) koruyucu ve rahatlık verici etkisinin
yerini alamamıştır. Yerli halk arasından batılılaşmış bir kişi başarıya
ulaştığı takdirde bile, mutlu olamayacaktır. Kendini çıplak ve yetim hisseder.
Sömürgelerdeki milliyetçi hareketler, bir bakıma var olan sosyal
yapının bozulmamasına ve Batı bireyselciliğinden kurtulmaya yönelik çabalardır.
Batının sömürge güçleri, yerli halkı bireysel özgürlüğün ve
bağımsızlığın nimetleriyle tanıştırıp, onlara kendilerine güvenmeyi öğretmeye
çalışırlar. Gerçekte bütün bunların sonucunda kişisel ayrılıklar doğar. Kişisel
ayrılıktan kastedilen, kişinin bir bütünlüğü bulunan toplumdan yarı olgun bir
şekilde ayrılmış ve Khomiakov’un ifadesiyle “kendi yetersizliğinin özgürlüğü
içine bırakılmış” olmasıdır.
Gerek Batı devletlerinde gerekse onların kolonisi bulunan
sömürgelerde açıkça görülen birleşme ve yekvücut halinde yürüyüşe geçme isteği,
işte bu yetersiz kişiliklerinden kurtulmak isteyenlerin sarf ettiği çabanın bir
ifadesidir.”
Sanat bu bağlamda savaşın aksine kitlesel olamayacak ve belirli
bir kanalla ya da toplumla veya yerelliği kullanarak yönlendirilemeyecek kadar
güçlüdür.
Godard’a göre ise; bir savaş fotoğrafı karesine sığan şu
cümlelerdir:
“Bir anlamda korku,
Kutsal Cuma gecesi, günahlarından arınan Tanrı’nın kızıdır.
Güzel değildir. Aşağılanmış, lanetlenmiş ve dışlanmıştır.
Ama yanlış anlamayın, o bütün ölümcül acıları korur. İnsanlar
için aracılığını yapar. Bir kural vardır bir de istisna.
Kültür kuraldır.
Sanat ise istisna…
Ve herkes, kurallardan bahseder:
Sigara, bilgisayar, t-shirt, televizyon, turizm, savaş…
Kimse istisnalardan bahsetmez. Onlar konuşulmayanlardır.
Yazılırlar; Flaubert, Dostoyevski.
Bestelenirler; Gershwin, Mozart
Resmedilirler; Cezanne, Vermeer.
Filme alınırlar; Antonioni, Vigo veya var olurlar ve istisnalar
artık bir yaşama sanatıdır: Srebrenica.
Mostar, Sarajevo.
Kural, istisnanın ölümünü arzular. Kültürel Avrupa’nın hala
geliştirmekte olduğu kural, ölümü düzenleyen yaşama sanatını inşası kuralıdır.
Kitabın kapağının kapanma zamanı geldiğinde ise hiçbir
pişmanlığım olmayacak.
Pek çok insan gördüm berbat halde yaşayan… Pek çokları ise çok
güzel ölmekteydi.
Seni Selamlıyorum, Saraybosna!”
Evet; Kültür, sanatın ölümünü arzular.
Seni selamlıyoruz, “Küresel Köy Dünya”
Yorumlar
Yorum Gönder